31 Ocak 2014 Cuma

+ Ücüncü çakra- MANİPURA

 
               Üçüncü çakra- MANİPURA


Element- ateş
Renk –sarı
Bedensel yönleri- mide, karın bölgesi, karaciğer, mide altı bez, enerji alma ve bırakma, dalak
İçgüdüler: Yönetim
Psikolojik yönü- kendini ifade etmek, cesurluk, erklik
Kaynaklar- sorumluluk, kişilik, koşulsuz hizmet, hayalleri gerçekleştirme, uzun ömür
Negatif tezahürleri: mide-bağırsak bozukluğu, iştahsızlık, hüzün, onur, kendini aşırı önemseme, sinirsel bozukluklar, halsizlik,  kurban olma psikolojisi, utangaçlık, sinir patlaması.
Üçüncü çarka solar pleksusta, göbeğin iki-dört parmak üzerinde yerleşiyor ve mide altı bezle ilişkilidir. Bu bez organizmada enerji “bankası” rolünü taşıyor, bu bankanın kullandığı döviz- glikozdur: mide altı bezin ürettiği insülin glikozu kana taşıyor, glikoz burada organizmanın yanacağı gibi kullanılıyor.
Üçüncü çakranın normal çalıştığında kişinin her türlü faaliyete enerjisi yetiyor. Yanacağın önemli kısmını beyin kullandığından üçüncü çakranın dengede olması düşüncemizin mantıklı ve açık olması demektir. Üçüncü çakra karaciğeri de kontrol ediyor, karaciğer organizmanın yanacak deposudur. Üçüncü çakrası bozuk kişiler halsizlik hissederler. Aldıkları besinler organizmadan kana ulaşmadan çıkarılıyor. Benzer problemler psikolojik ve ruhsal boyutlarda da yaşanır. Üçüncü çakra hasarlı olduğunda kişi çok az şey yapa bilir. Kişi gerekli donatıma sahip olduğunda bile istediğine ulaşamıyor, sonuna gelmeye gücü yetmiyor.
Üçüncü çakra Işıldayan Enerji Alanının çok güçlü organıdır. Bu gücü biz Dünyayı sevdiğimizde, ona hayran olduğumuzda kullana biliriz.  
Üçüncü çakranın fazla çalıştığında bizim libidomuzu, doğamızı bastıra biliyor: bu aşırı utangaçlıkta, aşağılık duygusunda belirleniyor. Yaş itibarıyla bu çakra 14 yaşından 21 yaşına  tekabül ediyor.
Birinci çakranın ürettiği dişi enerji, ikinci çakranın ürettiği cinsellik üçüncü çakrada arzunun gerçekleşmesi için gereken zarif yanacağa dönüşüyor.
Bu çakra Enerji Alanın yanacak deposudur. Bu çakranı harekete geçirdiğimizde biz cesurluk kazanıyoruz ve tüm engelleri aşa biliriz. Burada tehli
ke o ki, kendimizin önemini abarta biliriz. Kişi kendini hayatının tek sahibi zan eder, tüm dünyayı kendi iradesiyle yene bileceğini düşünür. O kendinde dünya yaratma ve yok etme gücü görür, iktidara can atar, başkalarını önemsemez, şöhrete yönelir. Üçüncü çakranın etkisine kapılan kişiler etrafını korkutmaya ve sindirmeye çalışıyorlar. Bu çakra normale girdiğinde kişinin aile ve çevreyle ilişkileri düzelir. Kişi ikna etme yeteneği kazanır, sözle ve yazıyla güç elde eder. Bu çakra bizi kendimizle dürüst olmayı öğretiyor. Hayat amacımız netleşir ve biz ona doğru ilerliyoruz.
İnk’lerde  üçüncü çakraları yanar topa benzer savaşçılar hakkında hikayeler vardır. Bu savaşçıları öldürmek mümkün değildi.
Üçüncü çakranın bir başka görevi- hayali gerçek etmektir. Sanskritçe ona “manipura” deniliyor, “ değerli taşlardan yapılmış saray” anlamına geliyor. Hayallerin gerçek değerlere dönüşmesi işaret ediliyor. Üçüncü çakra simyacı atölyesine benzer- burada hayaller altın oluyor. Hayatını değiştirmek isteyen birey üçüncü çakrasına dengeye getirmelidir.. Bu merkezin kullandığı esas enstrüman- imgelemedir.

 Alev elementi arzuların gerçekleşmesi için gereken yanacağı verir. Ama bu gücü bir tek kendi çıkarın için kullanmak hata olur. Anahtar sözcük burada “hizmet” olmalıdır.

+ İKİNCİ ÇAKRA- SVADHİSTHANA




                          İKİNCİ ÇAKRA- SVADHİSTHANA



             








Element- Su
Renk- turuncu
Bedensel yönleri-  sindirim sistemi, bağırsaklar, böbrekler,  üreme organları, adrenalin, sırtın alt bölgesindeki rahatsızlıklar,  iştahsızlık
İçgüdüler- cinsellik
Psikolojik işlevleri- yönetim,iktidar,  para, seks, idarecilik, korku, mücadele, tutku, genetik hastalıklar
Bezler- böbrek üstü bezler
Kaynaklar- yaratıcılık, empati, aile
Negatif yansıması- korku, saldırganlık

İkinci çarka göbeğin dört parmak altında yerleşiyor. O böbreklerle ve su elementiyle ilişkilidir. İkinci çarka böbreküstü bezleri –stres bezlerini –çalıştırır. Böbreküstü bezlerin üst tabakası yüzden fazla steroit ( cinsellik hormonları dahil) üretiyor. İç tabakası ise adrenalin üretiyor- bu hormon karaciğerin kana şeker bırakmasını sağlıyor, ki tetikte olalım. Adrenalin bizi tehlikeye karşı hazırlıklı duruma getiren hormondur. Birinci çarka tehlikeden korunmak için koruyucu set çeker, ikinci çarka ise savaşmak için taşları toplar. Zorluk odur ki, biz daha büyük taşları seçmeğe meyilliğiz, tehlikenin boyutu ise taşlara göre daha da artar.
İkinci çarka besin enerjisini hazım ediyor. Bu çarka için her hangi bir enerji besin demektir. O birinci çakranın aldığı Toprak enerjisini dönüştürür, ayni zamanda sinir sisteminin ürettiği enerjileri hazım eder. Doğru çalıştığında bu çarka negatif duygularla( öfke, korku) baş ede biliyor, yani onları birinci çakraya dışkı şeklinde gönderiyor. Denge bozulduğu vakit, negatif duygular bu çakrada tıkanıp kalıyorlar, çakrayı kirletiyorlar ve onların değişimi uzun zaman alıyor. Bazı kişiler öfkelerini kontrol edemezler, onlar  günlerce, haftalarca, ve hatta yıllarca kin tutarlar. Bu tür duygular ikinci çakrada toplanır ve zaman içinde Enerji Alanı onları fiziksel organlara yerleştirir.
İkinci çarka tutkunun ve coşkunun vatanıdır. O kendini yaratıcılıkta ve cinsel birleşmede tezahür eder. Birinci çarka soyu devam ettirmeye iter, ikinci çarka ise sevişmeye. Sanskritçe o “Svadhisthana adını taşır, bu kişiliğin yerleştiği ev demektir. Yaş anlamında bu çarka 8 yaşından 14 yaşa kadar olan sürece tekabül eder. Gençliğimizde romantik ilişkilere  yönelmemiz bu çakranın aktif hale geldiğinin sonucudur. Bu çarka erotik fantezilerin ve riskli ilişkilerin yeridir. Eğer olgunluğa girmeden önce bir gencin kendisi hakkında olumlu ve net düşüncesi hala oluşmadıysa, ikinci çakranın işleyişi ona engel ola bilir. O kendi duygularıyla baş edemez, başkalarının istekleri onun isteklerinden farklı ola bileceğini anlamaz. İlişkiler ona hep acı yaşatır, çünkü insanlar onun beklentilerine uymazlar.
İkinci çakranın olumsuz yansımaları- korku ve öfkedir. Korku bizim en büyük düşmanımızdır.
Bu sinsi düşmandır, onunla açık savaş edemeyiz,  açık savaşta o bizim tüm enerjimizi çeker ve bizi yener. Korkularımızı bilmek, öğrenmek gerekir. Korkuyu kaçışa ve mücadeleye sinyal gibi değil, bir uyarı gibi kabul etmemiz lazım.
İkinci çakranın işleyişindeki bozukluklar bize ciddi sorunlar yaratır. Bu tür insanlar yağmurun yağmasını bir tek onları ıslatmak için olduğunu düşünürler. Oysa Gökyüzü bir tek onları baştan aşağı ıslatmak için yağmur yağdırmıyor. Yağmur tüm canlılar, bitkiler, hayvanlar için yağar. İkinci çakralarında bozukluk olan insanlar kendi haklarına aşırı önem verirler.
İkinci çakranın kontrolünde biz erotik aşkı, kendi duygularımızı keşif ederiz, cinsel ilişkiyi anlarız. Bu çakranın bozuk işleyişi kişinin seks ile aşkı karıştırmasına getirir. Bu çarkanın amacı seksi sevgiye dönüştürmektir, romantik ilişkiyi ise gerçek yakınlığa. Bu o kadar da kolay değildir, çünkü ikinci çakranın negatif yanı- parayla, seksle ve iktidarla başkalarını yönetmektir.
İkinci çarka rahmin yanında yerleşiyor- yeni hayatın doğduğu yerde. Bu merkez coşkunun ve yaratıcılığın tohumlarını ekiyor, bunların meyvesi ise  üst çakralarda  ortaya çıkıyor.




29 Ocak 2014 Çarşamba

+BİRİNCİ ÇAKRA-MULADHARA


 


       Birinci çakra-MULADHARA


Element- Toprak
Renk – kırmızı
Bedensel yönü- dayanırlık, yoğun bağırsak, bacaklar, topuklar; testosteron ve östrojen
İçgüdüler: yaşam içgüdüsü ve üreme
Psikolojik yönü- beslenmek, ev, eminlik(tehlikesizlik) , kendini var etme çabası, yaşam iradesi
Bezler-  yumurtalıklar ve yumurtalar
Kaynak- Kundalini, bolluk
Negatif tezahürü-  cimrilik, nedensiz agresiflik, zalimlik, kronik yorgunluk, doğuş travmaları, boşanmalar ve çocuğu ret etmek
Birinci çarka omurganın başlangıcında, pöç merkezinde yerleşmiştir. Bura fiziksel dünyada yaşam gücünün ilk tezahür ettiği yerdir. Birinci çarka dişil enerjinin kapısıdır, buradan ışıldayan enerji iplikleri ayaklara doğru uzayıp daha sonra biyosfere giriyorlar. Ana Toprakta kök salıp bizi en önemli besinlerle temin ediyorlar. İlk çarka enerji bedeninin  yükseldiği temeldir. Toprakla bağlantımız kesildikte biz gereken besinleri toprağın yüzünden almaya mecbur kalıyoruz ve derin kök salmamış ağaca benzeriz, her fırtına böyle ağacı düşürür. Biz dayanırlığımızı kaybederiz, köklerimizi hissetmeyiz, özgüvenimiz kalmaz.
 Birinci çakranın  Ana Toprakla bağlantısı kesildiğinde biz kendimizi terk edilmiş ve anne sıcaklığından mahrum kalmış hissederiz. Eril enerjiler güçlenir ve biz gücü maddesel dünyada aramaya başlarız. Bencilliğimiz artar, kendimizi aileden, toplumdan üstün görürüz. Topraktan uzaklaştığımızda kadınsı her şeye nefretimiz artar. Coşku, yaratıcılık, cinsellik azalır.
Birinci çakranın işlevleri ilkel dürtülerimizle, içgüdülerimizle bağlı. Bize bir sığınacak gerekiyor. Biz beslenmek için çaba harcarız. Biz en olağanüstü, zor durumlarda yaşama tutunuruz, hayatta kalırız. Biz ürüyoruz. Bu arzularımız bizim temel içgüdülerimizdir.
Dört içgüdümüz- korku, açlık, mücadele ve seks birinci ve ikinci çakraların işlevinde tezahür ederler. Bu programlar bizim fiziksel ve duygusal yaşamımızı temin eden programlardır.
Oburluk ve ya aşırı para ve ya eşya biriktirme isteği yine bizim yaşama tutunma içgüdümüzle bağlıdır.
Ne kadar olsa, insana yine azdır. Birinci çakranın dengesizliği bir şeylerin yetmediğini, hep ihtiyacın olduğu hissinde kendini belirtir. Çok şeye sahip olanlar varlıklarını kaybetmekten korkarlar. Ne kadar garip gözükse de fakir insan zenginden daha cömerttir. Birinci çarka arındığında cimrilik ve doyumsuzluk ortadan kalkar. Dünyada her şeyin bol olduğunu anlamaya başlarız. Ama tek anlamak yetmez- tüm hücrelerimizle Evrenin bizi kolladığını ve bizim için her şeyi bulundurduğunu bilmemiz gerekiyor.
Birinci çakranın etkisinde yaşayan birisi dünyayla ilkel ilişki içindedir. O kendi tepkilerine gömülmüştür ve hep maddi çıkarların peşindedir. Böyle birisi Dünyanın ona borçlu olduğundan emindir. Bu insan gerçek sevgiyi yaşayamaz, çünkü empati kuramaz, başkasının yerine kendini koyamaz. Çocuklukta yaşadığımız derin travmalar birinci çakrada iz bırakır ve bizim normal gelişimimizi engeller. Birinci çakranın etkisinde yaşayan birisi bir tek zevkini ve kendi içgüdülerini yaşar. Aynen çocuklar gibi.
Sıkışınca böyle insan çok acımasız ola bilir. O kendi istekleri doğrultusunda her şeyi yapar. O kendi bedeni ve dış dünya arasında çizgiyi göremez, onun için dışarıda olanlar önem taşımaz.
Fakat bu çakranın güzel olumlu özellikleri de vardır. Yaşam içgüdüsü soyu yaşatır. Bu çarka bize eşimizi seçmeye ve çocuk doğurmaya itiyor. Bu çakraya insanlık zor yaşam koşullarını atlatmakla borçludur.Bu çakrayla biz dişiliğe ve ana toprağa bağlanıyoruz. Bizim enerji evimizin sağlam temeli ilk çarkadır. Mulathara- Sanskritçe “temel” anlamına geliyor. Yogada birinci çarka- mulathara-kundalini enerjisinin saklandığı yerdir. Kundalininin sembolü omurganın dibinde yatan yılandır. Kundalini Şakti tanrıçasının tezahürü sayılır- yaşam gücünü temsil ediyor.
Birinci çarka izlerden arındığında bu yılan doğruluyor ve dişi enerji çakralarla yukarı hareket etmeye başlıyor.

Amerikan, Hint ve Tibet şamanları bu ilkel dişi enerjinin olağanüstü yaratıcı ve dönüştürücü güce sahip olduğunu söylüyorlar. Tüm varlıkları hareket ettiren, geliştiren, doğurtan enerjidir. Her birimizin içinde uyuyan bu büyük güç aslinde Gezegenin gücüdür.

28 Ocak 2014 Salı

+ ÇAKRALARIN ANATOMİSİ

                                                                  


           ÇAKRALARIN ANATOMİSİ  

Her insanın iskeleti ayni kemik sisteminden oluşmuştur. Bizim enerji bedenlerimizin de kuruluşu aynidir: meridyenler ve çakralar. Çakralar dönen enerji girdaplarıdırlar, Sanskritçe “çarka” tekerlik anlamına geliyor. Çakralar bedenimizin 10-15 santim dışında dönüyorlar ve omurgamızla sinir sistemimizi birleştiren merkezlerdir. Çakralar organizmamızın direk sinir ağına işleyen  kanallardır. Onlar saat yönünde hareket ederler.
 Her çakranın kendine ait titreşimi vardır ve biz bu titreşimi gökkuşağının bir rengi gibi algılarız. Yeni doğmuş bebeğin çakraları parlak ve saftırlar (kırmızıdan mora kadar). Büyüdükçe çakraların rengi değişir, koyulaşır, matlaşır. Travmalar ve kayıplar çakralarda olumsuz izler bırakıyorlar. Çakrada biriken kirlilik onun ilkel hızını yavaşlatır, çalışmasını engeller ve bu yaşlanmaya yol açar. Enerji uzmanı ve ya şaman çalışmalarıyla çakraya şifa vere bilir ve çarka eski haline ve hızına döner.
Çakraları arınmış insanın enerji bedeni gökkuşağının tüm renkleriyle ışıldamaya başlar.
Yogalar yedi çarka olduğunu kabul ediyorlar. Fakat Kızılderiler’in geleneğinde 9 çakra vardır. Bazı şifacılar ve duru görüler de bu iki çakranın var olduğunu söylerler. Yedi çarka fiziksel bedende yerleşmektedir, 8 v 9 çakralar beden dışında yerleşmişler. Amerikan yerlileri 8-ci çakraya “Virokoça” diyorlar- bu Yaratıcının adıdır, “ kutsal kaynak” anlamına geliyor. 8-ci çakra enerji alanında tepe çakranın üzerinde yerleşiyor. O kafamızın üzerinde güneş gibi dolaşıyor. Bu bizim Ruhla birleştiğimiz yerdir, Yaratıcının bize “temas” ettiği yerdir. 8 –ci çakranın kafanın üzerinde ışık huzmesi şeklinde azizlerin, İsa’nın ve havarilerin resimlerinde görüyoruz.
İnsan öldüğünde 8 çakra elips şeklini alıp ışığıyla tüm başka çakraları kaplıyor. Azap ve arınmadan sonra 8 çakra yeni beden yaratıyor ve bu hep yeni doğma sürecinde tekrarlanıyor.
8 çakranın kaynağı 9 çakradır- Ruh. O Işıldayan Enerji Alanının dışındadır ve Kozmosa uzuyor. Bu Ruhla bir olan Evrenin kalbidir.
8 çakra Allahın insanın içinde varoluşudur, 9 çakra ise insanın Allah’ta olan parçasıdır.
8 çakra kalbimizi, özel, bize ait ruhumuzu temsil eder. 9 çakra ise tüm var olanın içindedir, o tektir ve birdir, sonsuzdur ve daima vardır.
8 çakra bizim kişiliğimizi temsil eder ve zamanla ilişkilidir. 9 çakra zamanın ötesindedir, hep var olan ve değişmezdir, onun ne başlangıcı ne de sonu vardır.
Çakralar organizmaya giren doğal yaşam enerjilerinin benimsemesini denetler. Bu yaşam enerjileri bu besinlerde mevcuttur:
  1. bitki ve hayvanlar
  2. su
  3. hava
  4. güneşin ışığı
  5. Evrensel yaşam enerjisi ( Chi enerjisi)

Besinler organizmamıza kaba besin kaynaklarından( bitki ve hayvan) ve daha ince besin kaynaklarından(ışık ve enerji) gelir. Su, bitkisel ve hayvani besinler bizim sindirim sistemimize girer, oksijen- akciğerlerimize, güneş ışığı- tenimize, Chi –çakralara.
Su ve hayvani besinler  sindirim organlarda dolaştığı gibi, enerjilerde çakralarda hareket ediyorlar. Nasıl midemiz, bağırsaklarımız tıkanınca biz gereken besini alamıyorsak, ayni çakralar tıkandığında bizim Enerji Alanımız hep biriktirdiği yaşam enerjisini benimseyemiyor.

Çakralardan ışıldayan iplikler uzuyor ve bizi ağaçlarla, denizle, doğayla, başka insanlarla bağlıyorlar. Çakralar bedenimizle geçici süre için birlikteler, öldüğümüzde onlar 8 çakrayla birleşip görünmez alemde varlıklarını devam ediyorlar.

27 Ocak 2014 Pazartesi

+ KAYITLARIN DEĞİŞİMİ

                                   






     Kayıtların değişimi

                           



Işıldayan Enerji Alanında travmalarımızın, streslerimizin izleri bir kayıt şeklinde saklandığını söyledik. Burada altını çizmemiz gereken bir ayrıntı vardır: duygusal anlamda aşamadığımız travmalar genelde iz bırakıyor. Stresin, sarsıntının, problemin getirdiği negatif duygulardan kurtulmadığımız halde, onlar Enerji Alanımızda saklanıyor. Bazı fiziksel ve ya duygusal sarsıntı yaşamış kişilerin Enerji Alanında bu olaya dair kayıtlar olmaya biliyor. Bu insanlar acı anılardan, negatif duygulardan kurtula bilmişler. Büyük musibeti atlatan, sınavı kabul etmiş ve ondan ders çıkarmış insanlar da az değildir. Fakat yaralarını saramayan insanlar çoğunluktadır. Bu kişilerin Enerji Alanında yaşadıkları travmaların derin izleri vardır, onlar pişmanlık ve acı çekerek yaşamlarını sürdürürler. Eğer siz yaşadığınız olumsuzlukların duygusal boyutunu şifalandırsanız, Enerji Alanında kayıtlar oluşmaz. Acı ve ıstırabın tam ortasında Kabullenmeyi ve Affetmeyi başarsanız, bu negatif duygular sizin alanınızda iz bırakmazlar.
Bazı zaman kayıtlarla dış dünyadaki olaylar arasında bağı göremeyiz. Kayıtlar bizi benzer kayıtları taşıyan insanlarla karşılaştırırlar. Öyle ilginç karşılaşmalar ortaya çıkar ki, siz bu insanı karşınıza kaderin çıkardığını düşünürsünüz.
Bir kayıt harekete geçtiğinde, onun başlangıç enerjisi çakralarını birisinde toplanıyor, bu da insanı ya duygusal çalkantıya itiyor, ya da organizmanın savunma sistemini etkiliyor. Negatif enerjiler her zaman aktif kayıtın bulunmasına işaret eder. Kayıt oyuna girince kişi birzamanlar yaşadığı olayı kendine çeker, aynı duyguları yaşamak zorunda kalır ki, onun bu yanı şifa bulsun.
 Soydan gelen kayıtlar.
Soydan gelen lanet, beddua –bunların hepsi kayıtlardır. Soy, aile kayıtlarının en yaygın formu genetik hastalıklardır, bizim aileden gelen hastalıklara yatkınlığımızdır. Şeker, kalp hastalıklar, göğüs kanseri Işıldayan Enerji Alanında kayıt(iz) şeklinde saklanıyorlar. Kayıtlar bizim anne babadan aldığımız psikolojik özelliklerimizle de bağlı ola biliyorlar. Nensi Fridy “Ben ve benim annem” kitabında buna hep karşı koyduğu halde aynen annesinin hayatını tekrarladığını yazıyor. Eğer sizin anneniz ve anneanneniz kaba birisiyle evlilik yaptıysalar sizin de hayatınızda bu olasılık çok yüksektir. İncil diyor ki, ataların günahları yeddi kuşak evlatları etkiler. Bu günahlar negatif enerjilerdir: babalardan ve annelerden evlatlara geçer.
Kayıtların değişimi.
Psikologlar bilinçaltı programların ve senaryoların beyinde kodlandığını düşünüyorlar ve bunları psikoterapiyle çözmeye çalışıyorlar.
Bizim negatif davranışlarımız, hastalıklarımız, durumlarımız –hepsi Işıldayan Enerji Alanında saklıdır. Bir tek düşünceyle, problemi anlamakla ve kabul etmekle onlardan kurtulmak zordur. Burada ruhsal gelişim, ruhsal aydınlanma söz konusudur. Ruhsal gelişim nedensel düzende çalışıyor ve gerçek değişime yol açıyor.
Bizim bilmemiz gerekiyor ki, biz bizim kişisel hikayemiz değiliz. Biz ailemizin, soyumuzun, toplumun yazdığı oyunda aktör ve aktris değiliz, biz kendi hikayemizi kendimiz yaza biliriz.

Biz sonsuzluğun yolcusuyuz. 

+ ENERJİ ALANINDAKİ KAYITLAR

                                                





                                                                   
Işıldayan Enerji Alanındaki kayıtlar



Aynı yeryüzünü sarmış güç akımları çizgilerine benzer insan teninde de enerji akımları-meridyenler vardır. Bunlar akupunktur noktalarında (bunlara minik çakralar diye biliriz) birleşiyorlar. Enerji meridyenleri işlevleriyle ayni kan dolaşım sistemine benzerler. Bunlar parlak Enerji Alanının arterleri ve damarlarıdırlar. Amerika’nın Kızılderili şifacıları bu meridyenlere ışıldayan enerji bedeninin“ışık nehirleri” derler. Mistik literatürde insan Enerji Alanını gören insanlar hakkında bir çok hikaye bula bilirsiniz. Peru’nun Güneyinde küçük kasaba vardır -“Kavaçi”-“görenlerin şehri” Burada küçük yaşlardan insanları her şeyde “ışığı “ görme özelliğini geliştiriyorlardı. Her insanın doğasında ışığı, enerji akımlarını görme yeteneği vardır, fakat biz maddesel gerçekliğe odaklanarak bu yetimizi kayıp ederiz.
Çakralar Işıldayan Enerji Alanının işlev organlarıdırlar. Çakralar bedenden birkaç santim dışarıda girdaplar halinde dönen koni şeklinde yapılanmalardır. Bunların ucu omurgaya girer ve ana dikey güç akımıyla temas eder. Çakralar dönerek enerji bedeninin ışıldayan maddesini içeri çekerler ve insanı. ruhsal, duygusal, yaratıcı besinle temin ederler. Çakralar geçmiş travmalar, stresler hakkında bilgiyi enerji alanına yüklerler, enerji alanı bu bilgileri kayıt eder.
Çakralar bizim nörofizyolojimizle  direk bağlıdırlar, bizim fiziksel ve duygusal halimizi denetlerler. Ayni zamanda çakralar  endokrin sistemini de kontrol eder, bizim davranışlarımızı etkilerler.
Işıldayan Enerji alanı bize şifa verecek ve ya bizi olumsuz etkileyecek bilgiler taşır. Enerji Alanı DNA ‘ya benzer: DNA’nın ikili sarmasında uzun ömrün formülü ve sağlık durumu yatar. Bunlar bizim organizmamızın haritasıdırlar, fakat bu çizilmiş plan durağan değildir, onun değişme özelliği vardır:  biz onu kötü ve ya iyi duygularımızla değiştire biliriz. Çözülmemiş psikolojik ve ruhsal problemler Enerji Alanında hoş gözükmeyen, çirkin çizgilerle iz bırakırlar. Ruhsal çalışmalarla elde edinmiş huzur ve denge Işıldayan Enerji Alanının en derin katmanlarına işler ve  bizim ruhumuzu yeniler.
Bizim anne rahminde bulunduğumuzda artık hazır kişisel yapılanma haritamızda bizim geçmiş yaşamlardan kayıtlarımız vardır: biz nasıl sevdik, acı çektik, nasıl hastalandık, öldük.
Metafizik literatürde,  genelde Doğu felsefesinde,  bu kayıtlara, saklanmış bilgiye Karma denilir. Bu karmik güçler hayatımıza devasa dalgalar şeklinde girerler, bizi alıp sürüklerler, onlardan kurtulma yolu yoktur. Bu güçlerin etkisinde biz geçmişte yaşadığımız davranışları tekrar ederiz ve olayları çağrıştırırız. Bu karmik kayıtların Enerji Alanının neresinde olduğunu bilmek ve ya görmek çok önemelidir. Biz onları sile bilsek birçok şeyi değiştire biliriz.
Enerji bedeninin en dış katmanında koruyucu katman vardır. O gerçekten koruyucu işlev yapıyor, ayni bizim tenimiz bedenimizi kaplayıp koruduğu gibi. Travmaların, hastalıkların izleri bu katmanda kalıyorlar, bu izler aynı camın üzerine çizilmiş resimlere benzerler.. Mesela kronik hastalıkla mücadele eden birisinin Enerji Alanında barışık sistemini etkileyen, bastıran izler görmek mümkündür. Bu izleri silmeyince hastalığın iyileşmesi yıllar ala bilir, kişi bu hastalığa hep yatkın kalır ve o biri hayatına taşır. Düşünce-duygu katmanında oluşan kayıtlar insanın belli hayat tarzını sürdürmeye sevk eder, belli ilişkiler kurmaya iter. Bu kayıtlar bizim duygusal hayatımızı şekillendirir. Efir katmanındaki kayıtlar bizim fiziksel durumumuzu, varoluşumuzu etkiler. Nedensel düzlem (ruh) bizim kaderimizi, hayat yolumuzun karakterini belirler, ruhsal gelişimimizi denetler.

Enerji Alanında bulunan kayıtlar ayni bir bilgisayarın hafızasında elektron mesaja benzer. Biz hard diski açıp içerisine baka biliriz, ama burada ne bir harf, ne işaret ne de rakam görürüz, çünkü bilgisayarın dili 0 ve 1 den oluşan manyetik yazıdır. Işıldayan Enerji Alanının dili de kodlanmıştır. Enerji alanında biz kayıtları koyu, durağan gölcükler gibi görürüz (tabi görme yetimizi olunca). Harekete geçtiği zaman bu kayıt kendi programını başlatıyor, gereken gücü Enerji Alnından temin ediyor. Programı durdurmak mümkün değildir, o sanki dağdan akan güçlü sel gibidir, onun istikametini değiştirip geri döndüremezsiniz. Bu durumda bize engelleri aşmak ve müsait bir yerde duraklamak düşer.

25 Ocak 2014 Cumartesi

+ İNSAN ENERJİ ALANI


             








                     İnsan Enerji Alanı



 Hepimizin fiziksel bedenimizi kaplayan Işık Enerji Alanımız vardır. Bu enerji alanı bedenimizin dışındadır ve hem bendimize nüfus ediyor.
Gözünüzün önüne lacivert, yeşil, kırmızı, sarı pırıltılarla  ışıldayan şeffaf bir elipsi getirin. Bu bizim enerji alanımızdır ve elimizi uzattığımız mesafede bedenimizi kaplar.
Enerji Alanımız sözün tam anlamıyla bizim yaşam gücümüzün deposudur- canlı enerji okyanusudur, o oksijen ve aldığımız besin kadar önemlidir. Işıldayan Enerji Alanı – bahası biçilmez yaşam kaynağımızdır. Enerji Alanımız hastalıklarla, streslerle zayıfladığında biz kendimizi kötü hissederiz. Enerjimiz yükseldiğinde canlı ve güçlü oluruz. Enerji Alanımızı güçlendirerek biz sağlığımızı, yaşam sevincimizi geri kazanıyoruz.
Hint ve Tibet mistikleri bin yıldan aşkın insan Enerji Alanını keşif etmişler ve onu aura adını vermişler.
Yeryüzünde canlı ne varsa ışıktan örülmüştür. Bitkiler ışığı emiyorlar ve onu canlı hücrelere dönüştürüyorlar, hayvanlar bitkilerle besleniyorlar, bundan dolayı fiziki planda bile ışık yaşamı oluşturan elementlerden biridir. Biz maddeye yerleştirilmiş ışığız.
Canlı ne varsa belli form ve titreşimlerden ibaret ışıktır. Atom altı parçacıkları araştıran fizikçiler bunu iyi biliyorlar: maddenin kalbine, çıkış noktasına baktığımızda tüm Evrenin ışıktan ve titreşimden yaratıldığını görürüz.
Parlak Enerji Alanı –tüm organizmanı içeren ışıldayan matristir. Bir cam parçasının üzerinde demir çapaklarının yerleştiğini düşünün, camın altında bir mıknatıs tutsanız, bu çapaklar mıknatısın hareketi doğrultusunda şekil alırlar. Siz elinizle çapakların yerini değiştirip tuta bilirsiniz, ama elinizi bıraktığınızda demir parçacıkları ayni şekli alırlar. Onları bu şekilde tutan manyetik  alandır. İnsan enerji alanı da ayni bu şekil çalışır: bizim organizmayı, bedenimizi gereken formda tutuyor. Bu sebeple cerrahi ve ilaç müdaheleleri istenilen sonucu vermez, çünkü bunlar madde üzerinde zorunlu değişimlerin yapılmasıdır. Bu ayni miknatız misalimizde zorla çapıkları tutmaya benzer. Oysa çapıkların şeklini miknatısın yavaş değişimiyle sağlamak mümkündür.
Enerji alanı dört katmandan ibarettir, bunlar bedenin dışına taşarlar:
1.Fiziksel düzlem(beden)
2.Duygu –düşünce düzlemi zihin)
3. Ruhsal düzlem (efir )
4.Nedensel düzlem(Ruh)
Her katman kendine ait enerjileri içeriyor. En dış katman fiziksel bedenin işleyişine gereken enerjileri topluyor. Sonraki katman bizim duygu ve düşüncelerimizi besleyen enerjileri barındırıyor. Üçüncü katman ise yüksek ruhsal enerjilerin bulunduğu yerdir. Tenimize en yakın - en yüksek titreşimi olan ruh enerjisidir.
Bu katmanların arasında belirgin sınırlar yoktur, onlar gökkuşağının renkleri gibi biri birine yumuşak şeklide nüfuz ederler.
Işıldayan Enerji Alanı bizim anılarımızın, yaşadıklarımızın, atalarımızın yaşadıklarının ,geçmiş hayattan gelen derin travmaların arşividir. Bütün bu bilgiler ve ya kayıtlar tüm renkleriyle ve içerdiği duygularla burada saklı. Bu kayıtlar bilgisayar programına benzer, harekete geçtiğinde o insanı davranışlarla, ilişkilerle, hastalıklarla ayni ilk senaryoyu tekrarlamaya iter. Bizim kişisel hikayemiz hep tekrarlanır. Enerji alanımızda bulunan kayıtlar bizi belli yaşam tarzına meyilli yapar. Bu kayıtlar bizim hayatımızda belli olayların, insanların ,problemlerin ortaya çıkmasını sağlarlar. Biz ayni insanları hayatımıza sokarız, ayni ilişkiler kurarız. Kayıtlar hayatımızın dramını yeniden yaşamaya bizi mecbur eder, ama genelde bizim şifa bulmamız için bize bu durumları oluşturur. Kayıtların bilgisi Enerji Alanına form veriyor, Enerji Alanı ise maddeyi etkiliyor.
Işıldayan Enerji Alanı bizim hayatımızın genel haritasını içeriyor. O bizim nasıl hastalandığımızı, nasıl iyileştiğimizi, nasıl öldüğümüzü belirliyor. Eğer Enerji Alanımızda hastalık kaydı olmadığında insan çabuk iyileşe biliyor. Hastalığın kaydı olduğunda, barışıklık sistemi zayıflıyor ve iyileşme uzun sürüyor. Hastalık kayıtlarını enerji alanından sildiğimizde biz hastalığın nedenini silmiş oluyoruz ve bağışıklık sistemi hemen devreye giriyor ve iyileşmeyi sağlıyor.
İnsan Enerji Alanı elips şeklindedir ve Yer Küresinin manyetik alanının kopyasıdır. Manyetik alan Kuzey kutuptan başlayarak tüm Gezegeni kaplayıp Güney kutupta birleşiyor. Enerji bedenimizin akımları kafamızın tepesinden başlayarak tüm ışık bedenimizi kaplayarak ayaklarımıza doğru elips şeklinde iniyorlar. Enerji Alanımız 25 santim yere giriyor ve topuklarımızda birleşiyor.
Gezegenimizin manyetik alanı yerden hızla yükseliyor( 300000km saniyede), kozmosa doğru uzaklaştıkça zayıflıyor, ama hiçbir zaman sıfırlanmıyor, o Evrenin sınırlarına kadar uzuyor.
İnsan enerji alanı  bedenden 1,5 metre kadar uzuyor, o da gücünü hızla kaybediyor, ama o da sonsuzluğa doğru genişliyor. İnsan Enerji Alanı bizi Evrenin ışıldayan matrisi ile bağlıyor. İnkler bu matrisi örümcek ağına benzetmişler.

Gezegenimizin üzerinde akupunktur meridyenlerine benzer güç akımları vardır. Bu akımlar bazı yerlerde birleşiyorlar, bu yerler Gezegenin çakralarıdırlar. Enerji meridyenler tüm Yer Küresini kaplıyorlar: bir yerden o birisine bilgi-enerji taşıyorlar. Şamanlar bu enerji akımlarının yardımıyla uzak mesafede bir birileriyle temas ede bildiklerini söylüyorlar. Hastalıkların doğada, temiz havada daha çabuk iyileşmesi de bu güçlü enerji akımlarına bağlıdır. 

23 Ocak 2014 Perşembe

+ RUHSAL GELİŞİM

                    





            RUHSAL GELİŞİM




Ruhsal arınma – kişiliğimizin derin bilinçli ve bilinçsiz programlarının geçmişin duygusal yükünden arınması demektir. Biz yaşadığımız negatif deneyimlerin üzerinde çalıştığımızda kişiliğimizin bütünleşmesine hizmet ediyoruz. Ruhsal çalışma bizim karanlık yönlerimizi anladığımızda ve onları kabul edip değiştirmeye çalıştığımızda başlar. Yung’un sözlerine göre: “ Biz Bütünü özümüzü parçalara bölerek elde etmiyoruz, biz zıt taraflarımızı dengeleyerek bunu yapa biliriz”.
Aydınlanma iyi özelliklerin farkında olmakla değil, karanlık ve bilinçsiz özellikleri yüze çıkarmakla başlar. Bu noktada Yung’la hemfikiriz.
Şimdi böyle bir soru ortaya çıka bilir: Neden biz kendi özümüzün içinde zıtlıkları birleştirmeye çalışalım? Bu soruya iki cevap vardır. Birinci cevap- insan acı ve haz prensibiyle yaşıyor. İnsan haz istiyor ve acıdan nefret ediyor. İnsanın bilinçaltında hoş olmayan, negatif duygulara yol açan ve negatif durumları oluşturan kayıtlar vardır.
İkinci cevap odur ki, insanın doğasında, fıtratında yer alan“ben kimim” sorusuna cevap bulma dürtüsü ve kendi bastırılmış, parçalanmış taraflarını bir araya getirme isteği vardır. İnsan hep Bütüne ulaşmayı ister.
Biz kendimizi bilmek istiyoruz, çünkü kendimizi kısıtlanmış ve ayrılmış hissediyoruz.
Biz kendimizi ağır yüklerden, anlamsız amaçlardan arındırıp bedenimizi, zihnimizi, duygularımızı arındırıp kendimizi var etmek istiyoruz.
Ruhsal arınma bizi hayatı daha geniş şekilde anlamaya itiyor, bizim hayatın akışına uymayı öğretiyor. Ruhsal gelişim bizi geçmişin yükünden ve geleceğin endişelerinden özgür bırakıyor. Belirlenmiş maksada yönelik saf ve temiz bilinç bizim hayatta isteğe bileceğimiz en güzel şeydir.
Ruhsal arınma bize hayatımızın problemleriyle başa çıkmakta yardımcı oluyor ve bu problemler artık geçmişin çıkmazlarında yaşadıklarımızdan çok farklılar. Ruhsal arınma yeni amaçları bulma fırsatı veriyor.
Ruhsal gelişime girmiş birey kötü ve iyi, pasif ve aktif, ben ve onlar gibi zıtlıkları dengeleyip harmanlaya biliyor ve tüm Evrenin yansıması oluyor. “Ben” yok oluyor ve onun saf, sonsuz bilinci tüm Evrene yayılıyor. Bu özgür kalmış Bilinç ne yenilgi, ne de zaferi biliyor, onun beklentisi, karşıt duyguları yoktur. O, ilk başlarda kaybetmiş Bütünlüğü yeniden kazanmıştır.
Bizim iç dünyamız dış dünyaya yansıyor, dış dünya ise bize yansıyor. Bu iki bir birini yansıtan aynaya benzer. Bütün olmuş kişiliği yok etmek mümkün değildir, çünkü o daima vardır ve maddesel Evrenin dışındadır.
Bu yüksek düzeye ulaşmak isteyen varlık içindeki karşıt kutupları bulup,onları birleştirmeye çalışıyor.. Böyle bir varlık hem kadındır, hem erkek, hem çocuktur-hem olgun, yaratan ve yok eden, seyreden ve seyredilen- tüm kutupların yok oluncaya kadar. Varlık bütün oluyor, onun içinde çelişkiler yoktur, içsel ve dişsel arasında çelişkiler de yoktur.
“Benin “ özgürlüğü onun erimesiyle gerçekleşir.
Ruhsal gelişimde bizim en büyük engelimiz Egodur. Egonun esas özelliğinden biri-kendini dünyadan ayrı hissetmektir. Kendimizi ayrıştırdığımızda biz negatif,  karanlık yanlarımızı dış dünyaya yansıtıyoruz. Bu yansımanın sonucu biz kendimizi parçalara bölüyoruz ve başkalarına yansıttığımız parçalarımızın farkında değiliz. Biz deneyimlerimize etiketler yapıştırıyoruz. Bu sebeple deneyimlerimiz iyi ve kötü, sevimli ya sevimsiz,yararlı ve yararsız  oluyorlar. Biz karanlık yönlerimizi, deneyimlerimizi içimizde bastırıyoruz, derinlere gömüyoruz, ama hayat onları yüze çıkarmak için bize durumlar oluşturuyor. Bundan dolayı biz ayni duyguları tekrar tekrar yaşıyoruz, onları doğuran nedenlere şaşırıyoruz.
Dünyanın dualistik, algılayışında hep iyi ve kötü, pozitif ve negatif vardır. Ve biz durumları algıladığımız zaman bu çizginin iki tarafında da ola biliyoruz. 
Modern fizik Dünyanın bir Hologram olduğunu söylüyor. Biz Bütünün parçasıyız, ayni zamanda Bütün de bizim içimizde her zerremizde mevcuttur.
Bu o demektir ki, biz başkalarında gördüğümüz ve hissettiğimiz her şey bizim içimizdedir.
Bizim içimizde olan bizim parçamızdır, iyi ve ya kötü olması önem taşımaz. Bizim değerlerimizin ikiciliyi bizi kısıtlıyor. Biz kendimize bize hoş ve iyi gelen tarafımızı seçiyoruz. Bunun sonucu seçtiğimizin karşıtını ret ediyoruz, ama ret ettiğimiz şey de bizim parçamızdır, o da bizim içimizdedir. Mesela, kişi sevgi-nefret kutuplarından sevgiyi seçtiği vakit nefreti ret eder, nefreti hissedemez. Tam tersi nefreti seçtiğinde sevgiyi ret eder. Böyle birisi kişiliğinin yarısını gerçekleştirir.
Bizi içimizde olanın farkında olmalıyız. Biz bölünmemizin sorumluluğunu üzerimize almalıyız. Biz ret ettiğimiz Gölge taraflarımızı kabul etmeliyiz. Er ve ya geç bu bastırılmış ve ret edilmiş davranış biçimleri, düşünceler, değerler, duygular yüze çıkacaktır, çünkü onlar kişiliğimizin parçalarıdırlar. Biz bu değerlerle hatalı ve anlaşılmaz davranışlarımızı destekleyeceğiz. Mesela, biz biliyoruz ki, agresif, asi çocuğu eğitmek gerekiyor, ona ceza veririz. Çocuk büyüklerden korktuğundan agresif yanlarını gizliyor, bastırıyor. Bilinçaltında toplanmış agresiflik barajla engellenmiş suya benzer, bir gün su engeli aşıp taşar.
Bastırılmış duygular bilinçaltında hareket etmeye başlarlar. Kişi alkole, sigaraya, yemeğe kendini vermeye başlar. Oysa duygularını zamanında dışa vursaydı, çok daha sağlıklı olurdu onun için.
Gerçek gelişim “ben kimim?” sorusundan başlar. Bu sorunun cevabı ne olursa, fark etmeksizin kabul etmeliyiz. Biz gölge yanlarımızı gördüğümüzde anlıyoruz ki, biz bütün değiliz, parçalanmışız. Ama ayni zamanda bizim için yeni bütün kişiliğe yol açılıyor. Biz tüm yanlarımızı, ışıklı ve karanlık yanlarımızı birleştirdiğimizde, onları sevginin gücüyle dönüştürdüğümüzde Bütüne ulaşırız.
Aydınlanmış insan-tüm çelişkilerinden özgür kalmış insandır. Bu kadar.


22 Ocak 2014 Çarşamba

+ SOL ve SAĞ beyin

                           



SOL ve SAĞ beyin


İngiliz bilim adamı, nöropsikolog  Roger Sperry (1913-1997)  “bölünmüş beyin” çalışmalarıyla 1981 yılın Nobel Tıp ödülünü kazanmıştır. Sperry epilepsi hastalarını tedavi etmek amacıyla  beynin sağ ve sol yarımkürelerinin arasındaki bağlantıyı(korpus callosumu) kesti. Sonuçta, bu hastaların beyinlerinin sağ ve sol yarımkürelerinin birbirinden bağımsız olarak bilinç sahibi olduğu görüldü. Beynin her bir yarısı bağımsız hareket ede biliyordu. Sağ gözü ve elini kullanarak hasta kalem ala biliyordu, ama neden bunu yaptığını bilmiyordu. Sol eli ve gözü ile çalışan hasta bir eşyanın neye yaradığını biliyordu, ama onun adını söyleyemiyordu.
Psikiyatrist ve araştırmacı Fredric  Schiffer, Sperry’nin bu buluşunu baz alarak deneyimler yaptı ve şaşırtıcı bir sonuç elde etti: bizde iki yarımküreye bağlı sahip olduğumuz iki bilinç vardır. Bunların bir birinden bağımsız çalıştığını, farklı anıları, davranışları olduğunu ileri sürdü ve “ İki bilinç- bölünmüş beynin psikolojisi “-kitabında fikrini güzel şekilde ispatladı. Şchiffer çalışmalarında gösterdi ki, gözü uyarısını kullanarak beynin farklı acılı ve ya neşeli anılarını harekete geçirmek mümkündür. Bu buluş beyinde kodlanmış anılara ulaşma ve onlarla çalışma fırsatı verdi.
Schiffer’in en önemli buluşu özel yapılmış gözlüklerle beynin farklı alanını çalıştırmaktır, orada saklanmış kötü ve ya iyi olayları canlandırmaktır. Hastalar beynin bir yarımküresini gözlükle izole edildiğinde kendilerini duygusal ve zihinsel tamamen farklı hissettiklerini söylüyordular. Schiffer korku, depresyon, psikolojik bozukluklar yaşayan hastalara “bölünmüş beyin terapisini” başarıyla uygulamağa başladı.
Siz de, değerli okurum, böyle bir deney yapa bilirsiniz. Sırasıyla sağ ve sol gözünüzü kapatın. Bakin sağ gözünüz açık olunca neler hissediyorsunuz? Ve ya sol gözünüz açık olunca ne hissettiniz? Moraliniz bozuldu mu? Hangi durumda kendinizi daha iyi hissettiniz? Eğer somut bir farkı duyumsadınızsa, bilincinizin birisinde bozukluk var ve onunla çalışmanız gerekir. Schiffer çalışmalarında hastaların iyi çalışmayan beyinle diyaloga girip konuşmayı, onun problemlerini anlamayı ve iyileştirmeyi öğretiyor. Onun temel fikri- insan iki bilince ve bunlara bağlı iki kişiliğe sahiptir. Bunların arasında denge bozulduğunda hastalıklar, ruhsal problemler ortaya çıkar.
Bilim artık beynin yarımküreleri arasında belirgin anatomi ve işlev farklılıklarını ispatlamıştır.
Sol beyin mantık ve rasyonellikten sorumludur. Bu beyin kişiliği yönetmeye çalışır. Dış dünyayı algılayış şekli düzdür, çizgiseldir. Sol beyin mantıkla, kıyaslamayla, verilerle çalışır. Sol beyin sebep-sonuca dayanır, duygularını kontrol eder, mantıklı ve düzgün konuşmayı sever, ayrıntılı planlar yapar.
Sağ beyin duyguların, sezgilerin ve yaratıcılığın kaynağıdır. O daha çok bütünden etkilenir, ayrıntılara dikkat etmez. Sağ beyin duygulara ve formlara odaklanmıştır, problemleri sezgilerle ve varsayımlarla çözer. O farklı sistemlerde benzeri arar, ani harekete geçer, somut olamayan bilgiyi kullanır. Bu beyin beraberliği iktidara tercih eder.
Bu iki beynin farklı özellikleri bize iki yarımküreyle bağlı farklı düşünce tarzının olduğunu gösteriyor. Bunların biri görsel ve analitik, o birisi ise görsel olmayan ve sezgisel. Bizim düşüncemiz bu iki yarımkürenin iç içe çalışmasından doğar. Sırasıyla biri üste çıkar, denetimi eline alır, sonra yerine o biri beyin gelir. İki beynin dengeli çalışmasında tüm başarılı çalışmalar ve buluşlar doğar.
Bilimde, sanatta ve başka alanlarda başarılı buluşlar, keşifler hep ruhsal yükseliş, coşku anında gerçekleşir- sağ beynin dominantlığı.  Ama bu yükselişin temelinde verilerin, bilginin araştırmaları ve analizi yatıyor- sol beynin işlevi. Bu sürecin sonunda yine sol beyin ilham anında gelen bilgiyi analiz eder ve sistemleştirir. Sağ beyin olmasa yeni idealar da olmazdı, sol beyin olmasa, kimse bu ideanın işe yarayacağını anlamazdı.

İki beyin biri biriyle uyum ve ya karşı durmada ola bilirler. Bazı kişileri sol beyin yönetir, bazılarını ise –sağ. Beyinlerin zıt çalışması insan psikolojisinde büyük problemler doğuruyor. Beynin biri daha iyi çalışıp üste çıktığında, öteki pasif kalır. Bu durumda insan yarı beyniyle düşünür. Duruma göre sağ ve sol beyin üstün duruma gelmesi normaldir, ama uzun süre bir tarafın çalışması çeşitli problemleri oluşturur. İki beynin uyum içinde çalışması insanın tek düşüncesini değil, onun bedenini de iyi şekilde etkiler. Sol beyin bedenimizin sağ tarafını yönetir. Sağ beyin ise-sol tarafını.

+ DUALİZM

                                               









                                                           
 
                 DUALİZM

Maddeden, enerjiden, mekan ve zamandan oluşan Evrende öyle bir durum ve ya varoluş yok ki, onun zıttı mevcut olmasın. Gecesiz gündüz, gölgesiz ışık, soğuksuz sıcaklık, kötülüksüz iyilik, acısız mutluluk yoktur. Tam ışıktan tablo yaratmak mümkün değildir,orada muhakkak gölgenin olması gerekir. Evrenin doğası ikicilik içerir, Evren dualistiktir, yani ikicilidir.
Bilgeler diyorlar ki, tezatların varoluşu bizim dünyayı ve ruhsal alemi anlamakta bize yardımcı oluyorlar. Tezatların birliği gelişimin, hareketin temelidir.
Fakat ikicilik, zıtlıklar insanın içinde  mücadele edince sınır hastalıkları, nevrozlar ortaya çıkar. Biz bir deneyimi iyi, o başkasını kötü adlandırdığımızda, biz kötüyle savaşmaya başlıyoruz. Dünyanın dualistik doğası insan bilincini bölüyor ve modern çağın en yaygın hastalığını –nevrozu tetikliyor. Ben-Başkaları, Biz-Siz, Hayır- Şer, Işık- Karanlık ayrışımı bizi çizginin bir bu, bir öteki tarafına sürüklüyor.
Tabi hayır ve şerrin farkını bilmek gerekir, ama hep ikicilikte yaşamak bizi yoruyor ve kısıtlıyor. Böyle yaşam bize korku, acı, güvensizlik, acizlik, ıstırap veriyor. Biz dualizmin bir yönünden o biri yönüne sürekli geçitler yapıyoruz. Biz şaşkına dönüyoruz. Bizi sarsan şeylerin sebebini dış etkenlerde arıyoruz, fakat bunların kökeni bizim zihnimizde yerleşmiş ikili sistemdir-dualizmdir. Biz ruhsal evrimleşme sonucu bu ikiciliği, zıtlıkları bir araya getirip harmanlaya becerdiğimizde dış dünyadaki karşı durmalar kayboluyor.
Aydınlar, Öğretmenler, şamanlar bu içimizdeki dualizmi yok etmek için çeşitli teknikler uygulamışlar, yollar göstermişler. Bu tür çalışmaların amacı -zıtlıkları birleştirip daha yüksek bir seviyede onların sentezini, yeni bütünlüğü yaratmaktır.
Bu pratiği uygulamak, Bütüne, Birliğe ulaşmak kolay yol değildir. Dualizm her an tetiktedir: bizim bilincimizi parçalamak için, bizi bir birimizden ayırmak için.
Pratikte bilmemiz gereken odur ki, bizim içimizde zıt anlayışların, güçlerin barıştığında savaş sırasında edindiğimiz nevrozlar da kaybolup gidiyor. Bundan dolayı kişisel gelişim çalışmalarında biz kendi karanlık yanlarımızı sevgiyle kabul edip affediyoruz. Biz kendimizi affedip kabul ediyoruz. Aslinde biz karanlık ve ışık yanlarımızı birleştirmek ve zıtların sentezini oluşturmakla  yeni, bütün bir kişiliye sahip olmak istiyoruz. Başka değişle biz dualizmi içimizde eritiyoruz. Şimdi siz dersiniz ki, neden dualizmi yok edelim, ikicilik tüm Evrene has özelliktir, insan için de öyle değil mi?  
Tüm Evren ve insan dahil Tek’e doğru hareket eder, bütünleşme ve bir olma eylemindedir. “Tek”in içinde karşılaştırmalar, kıyaslar, farklılıklar, zıtlıklar yok oluyor, çünkü karşı konulan bir şey yoktur, karşı konulabilecek her şey Birliğin dışında kalıyor. İlahi boyutun derinliklerinde tüm tezatlar yok olmaya başlıyor, Tek’in içinde eriyip gidiyorlar.
Biz zıtlıkların birleşmesini nötr olma ile aynı durum olduğunu düşünmüyoruz. Nötr iki farklı zıt anlayışların ortasında olma demektir, yani karşıt yanların var olmasını kabul etmek demektir. Birlik boyutuna gelmek bu iki karşıt tarafları birleştirmek demektir, onların sentezidir.
Dualizm insan bilincini parçalıyor. Bu parçalamanın sonucunda obje ve subye, izleyen ve izlenilen, bilgiyi benimseyen ve bilgi- ortaya çıkıyor. İnsan bilincinin bölünmeinin temelinde onun egosu yatıyor. Egonun iki temel özelliği vardır- kendini sonsuza kadar var etme ve kendini tüm dünyadan ayrıştırmak. Ben ve ben olmayan- bu ikicilik tüm başka ikiciliklere yol açıyor.
Dünyada her objenin, durumun karşıtı olunca biz dünyayı zıtlıkların, karşı durmaların sonsuz alanı gibi algılaya biliyoruz.
İlk bakışta baz aldığımız genel ikicilik bize barışmaz karşıtlar ve zıtlıklar gibi gözüke bilir.
Ama durum böyle değildir. Zıt kutuplar aslinde Biri oluşturan iki özelliktir. Zıt taraflar Birin yansımasıdırlar, bir kavramın iki uç noktalarıdır, biri olmasa- o birisinin de varlığı mümkün değildir. Bizim Evrende bir kutup karşıtı olmadan var olamaz. Kolaylık zorluksuz olmuyor, sahip olmak kaybetmeden olmuyor. Biz iyiyi kötü olmadan nasıl algılarız, onun iyi olduğunu nasıl anlarız? Bu kuralın ruhsal gelişimde büyük rolü vardır. Dualizm bize  acının, hastalığın, ıstırabın yanı başında sevincin, sağlığın, mutluluğun var olduğunu anlatıyor. İnsan hayatı boyunca bir kutupta yaşayamaz. Bulunduğu durumu anlaması için karşıt durumu da bilmesi gerekiyor. Bundan dolayı kendi negatif taraflarımızla savaşmak akılsızca bir iştir.
Tüm zıtlıklar biri birisini tamamlıyorlar, onlar bir objenin farklı yansımalarıdırlar.
Evrenin dualistik doğasını anlamayan kişi hep negatif kutuplara savaş açacaktır, karşı koyacaktır. Bununla o sadece negatifi daha da güçlendirecektir. Biz bir negatif olayı davranışlarımızla, hareketlerimizle yok etmeye çalıştığımızda biz ona güç veriyoruz. Karşı gelmek-hayattır. Karşı koymak- bu bir şeyi engellemek, durdurmak, yok etmek için harcadığımız enerjidir. Siz bir şeye enerji harcadığınızda, onu güçlendiriyorsunuz aslinde!

Tüm ruhsal çalışmaların sırrı burada yatıyor. Kabullenme, affetme. Çünkü negatifi kabul edince o çözülmeye başlar, kendinizi, başkalarını, hayatı affettiğinizde değişim başlaya bilir. 

20 Ocak 2014 Pazartesi

+ İŞ HAYATINIZ










                      İŞ HAYATINIZ

 Yaratıcılık bizim Dünyaya gelişimizin sebebidir. Biz yarattığımız zaman Yaratıcının özelliğini gerçekleştirmiş oluyoruz. Bu nedenle hayallerimizi gerçekleştirmek fıtratımızın yansımasıdır. Hayalinizin peşini bırakmayın, hayatınızın yaratıcısı olun, kalbinizden gelen arzunuz er ve ya geç gerçekleşeceğinden hiç kuşkunuz olmasın. Yıllar geçse bile siz istediğinizi alırsınız. Biz böyle yaratılmışız: biz bir şeyi hayal ettiğimizde tüm Evren bize yardıma koşar. Sevdiğimiz işi yaparak, yaratarak biz içimizdeki potansiyeli açığa çıkarıyoruz, kalbimiz sevgiyle ve huzurla doluyor.Hatırlayın ne zaman bir işi bitirdiğinizde yorgunluğunuza rağmen mutlu oluyordunuz? Yarattığınız zaman. Sevmediğiniz işi yaparken siz  sadece bitkinlik  hissedersiniz.İnsan için hayatta en önemlisi sevdiği işi yapmaktır. Sevdiğiniz işi yaparken yaratmaya başlıyorsunuz, sevinçli ve mutlu oluyorsunuz. Siz işinizden ve hayatınızdan zevk alıyorsunuz.Fakat çoğu zaman insanlar sevmedikleri işte çalışmak zorunda kalıyorlar. Yaptıkları işi sevmiyorlar, ondan zevk alamıyorlar. İşinden nefret eden kişi bu negatif duyguyu hayatının başka bölümlerine de taşır. Hayatı, sağlığı olumsuz şekilde etkilenir.
Siz sevdiğiniz işin arayışına girmeden önce şimdi yaptığınız işe saygılı olmaya öğrenin. Bu iş sonuçta sizin geçiminizi sağlıyor. İşinize pozitif yaklaştığınızda hayatınız da pozitif şekilde değişmeye başlar. Biz daha önce de defalarca bunun altını çizmiştik: bir şeyi değiştirmek istediğinizde elinizde olana teşekkür edip şükür etmelisiniz. Kötü düşünceleri, kötü cümleleri kafanızdan silin. Ben “işimden nefret ediyorum” cümlesi sizin yeni iş arayışınızda ciddi engel oluşturur. Kendinizde düşünme kültürü yaratın, sözlerinize, cümlelerinize dikkat edin. Bu sözler ve cümleler sizin hayatınızın haritasını çiziyorlar, bunu unutmayın. Değerli okulum düşüncenin maddeye dönüşme özelliğini ilk makalemden size aşılamaya çalışıyorum ve bunu başardığımı umuyorum.
Şimdi konumuza gelelim. Konumuz iş idi. Diyelim ki, siz şimdi yaptığınız işe saygı duyuyorsunuz, ama kalbinize, hayalinize uygun iş istiyorsunuz. Yeni iş arayışına çıkmışsınız.
Ne istediğinizi biliyor musunuz? Bir düşünün, yeterli paranız olsaydı hangi işle uğraşmak isterdiniz? Hemen o işe başlayın. Günde en az bir saat ona ayırın. Genelde bizim hobimiz zaman içinde esas işimiz oluyor ve bize para kazandırıyor. Sevdiğimiz iş hayatımıza huzur ve sevgi katıyor. Eğer esas işinizden sonra hobinizle uğraşmaya zamanız kalmıyor, bir düşünün, hangi engelleri kendiniz yaratıyorsunuz ve onları ortadan kaldırın.
Bazı zaman işinizden memnun ola bilirsiniz, ama bu iş size yeterli kazanç getirmiyor. Burada düşüncelerinizi kontrol edin. Belki siz paranın hayatınıza girmesini engelliyorsunuz?
İnsan sevgiyle, coşkuyla yaptığı işten muhakkak para kazanır.
Çoğu insan 35 yaşına geldiğinde işini bırakıp tamamen başka alanda çalışmaya başlıyor. Bu çok normal durumdur. Değişimlerden korkmayın, adım atın. İçinizden bir dürtü değişim istiyorsa, ona uyun, çünkü bu duygu değişim zamanın geldiğini size işaret ediyor. Yeni sayfa açmaya hiçbir zaman geç olmuyor. Yeter ki, sevdiğiniz işi yapın.
Düşüncenin yarattığını unutmayın. İstediğiniz işi hayal edin ve siz onu mutlaka alırsınız.
İşle ilgili olumsuz düşünceleri analiz edin. Onlar bu şekilde ola bilirler:

  1. Ben severek yapacağım ve bana para kazandıracak işi bulamam.
  2. Ben hoşlandığım iş yeterli para kazandırmıyor.
  3. Ben işimi sevmiyorum, ama başka iş bulamam diye bırakamıyorum.
  4. Sevdiğim iş çok zamanımı alıyor, ben aileme yeterli zaman ayıramıyorum.
  5. İşimi değiştirmeye korkuyorum. Bu işte iyi kolektif vardır, iyi arkadaş çevrem oluşmuştur.
  6. Ne işi, ne de iş arkadaşlarımı seviyorum.
  7. Az çalışıp çok para kazanmak istiyorum.

Bu kısıtlayıcı, olumsuz düşüncelerden hangisini kendinizde bulsanız, onunla çalışmaya başlayın. Onu yerine işinize yarayacak, olumlu düşünceleri bilinçaltınıza yerleştirin. Kendiniz istediğiniz cümleyi yaza bilirsiniz, ve ya bu olumlamanı kullana bilirsiniz:
Bu dünyada daima bana uygun iş vardır. Ben istediğim işi buluyorum.

Yeni işi hayalinizde canlandırın, duyguları yaşayın. Bu cümleyi de evde, sokakta yürürken, her yerde ve her zaman içinizde bir şarkı sözleri gibi tekrarlayın. Kısa zamanda düşünce enerjisinin gücünü hayatınızdaki değişimde hissedeceksiniz.

19 Ocak 2014 Pazar


                                         İLETİŞİM KURALLARI



İki insanın görüşmesinde bulunduğunuzu hayal edin. Bunların birisi Japon’dur, o birisi ise Türk. Her birisi kendi dilinde konuşuyor. Japon kendi dilinde Türk’e önemli düşüncesini anlatmaya çalışıyor, Türk de kendi dilinde bir şeyler anlatmaya çalışıyor. İki tarafın da içten çabaları, anlamaya çalışmaları işe yaramıyor.
Şimdi böyle bir sahneyi bir saat içinde izleseniz bu normal durum ola bilir. Gün içinde bunlar yine anlaşamazsalar ise, burada bir gariplik var dersiniz. Ayni kişiler bir yıl boyunca konuşarak yine ne konuştuklarını bilmeseler, ortak bir dile gelmeseler siz buna tam bir saçmalık dersiniz.
Değerli, okurum, dünyada birçok insan bir biriyle böyle farklı dillerde konuşuyorlar. İnsanlar hayatları boyunca başkasının ne söylediğini anlamaz ve kendini de anlatamaz. Yaşamları boyunca farklı dillerde konuşan eşler vardır. Eşleri bırakalım, baba-evlat, anne-kız bir birini anlamakta bazen zorluk çeker. Onlar yakınlaşmak isterler, çaba gösterirler, ama faydası olmaz. Acı çekerler, ama iki yakın, doğma insan bile farklı dillerde konuştukları süreçte onların yakınlaşmaları mümkün olmuyor.
İletişim kurduğunuzda karşı tarafın dilinden nasıl anlarsınız? Anlamak ve anlaşılmak için hangi stratejiyi kullanmamız lazım?
Biz burada sahneden insanlarla konuşma sanatının püf noktalarını konuştuk. Ama iş yerinde, evde, sokakta insanlarla iletişim kurma becerisi de çok önemlidir. Bazı zaman işin gidişatı tek bir kişiye bağlı ola biliyor. Ve burada sizin bu kişiyle iyi bir iletişim kurmanız çok önemlidir.
Bir tek iş hayatında değil, ailede ve arkadaşlarınızla da iyi ilişkiler kurmak için iletişim kurallarını bilmek size yardımcı olur.
Be burada derleyip topladığım esas kuralları size sunuyorum. Siz de onları kendi hayatınızda
Hemen kullanmaya başlayın.
Birincisi- gülümseyin. Gülümsemeniz Dünyayı aydınlatsın. Tanıdığınız ve tanışmadığınız kişilere her zaman gülümseyerek yaklaşın. Bu gülümseme samimi ve yürekten gelen gülümseme olacaktır, bununla siz karşı tarafa onu önemsediğinizin ve ona değer verdiğinizin sinyalini veriyorsunuz.
İkincisi-sırtınızın her zaman dik olacaktır.Siz duruşunuzla güvenilir ve güçlü kişiliğe sahip olduğunuzu sergiliyorsunuz. Açık, güler yüzünüzle, emin duruşunuzla siz pozitif insanları kendinize çekersiniz, sizinle iş yapmak isteyen çok olur.
İletişim kurduğunuz insanın gözlerine bakın, kendi gözleriniz kaçırmayın. Yan bakan gözler size iletişimde iyi puan getirmez, sizin yalan söylediğinizi düşüne bilirler.
Dördüncüsü- konuştuğunuz insanla aranızdaki mesafeye dikkat edin. Karşı tarafın rahat ede bilecek mesafeyi hissetmeye çalışın. Mesela bir Japon’la konuştuğunuzda ona bir adımdan az yaklaşmanız onu rahatsız eder.
Beşincisi- kompliman etmeyi unutmayın. Konuşmanızı iyi, hoş sözlerle canlandırın, onu küçük ayrıntılarla mutlu edin.Ama yalakalığa uğramadığınıza da dikkat edin, Hoş sözler her kesi mutlu eder, yalakalıkta ise sahtelik vardır, ve insanlar bunu hissederler.
Altıncısı ellerinizi bağlamayın. Ne kadar açık olamaya gayret etseniz, elleriniz bağlı olduğunda iletişim kurduğunuz insan sizin art niyetiniz olduğunu düşüne bilir.
Yedincisi- beden dilini kullanın. Bilim adamları iletişimde bir insanın başkasını etkilemesini böyle açıklıyorlar: % 55 etkileşim bedenle oluyor, % 30 sesle ve sadece % 7 konuşmanın içerliği teşkil ediyor. Bunun için sizin gülümsemeniz, açık olmanız, hareketleriniz çok önemlidir.
Sekizinci tavsiye – iyi dinleyici olun. Dinlemeyi öğrenin. Konuştuğunuz kişi için en güzel armağan sizin onu dikkatle dinlemeniz, tastık etmenizdir, desteklemenizdir. Dinleyin, dinleyin ve yine de dinleyin! İyi bir iletişimin en büyük sırrı budur.
Çoğu insan konuşma sırasında kendinin daha akıllı, daha bilgin, daha güçlü olmasını göstermeye gayret ediyor. Onu karşı tarafın hangi ruh halinde görüşten ayrılacağı ilgilendirmiyor. Böyle yaptığımızda biz kendimizi ispatlaya biliriz, ama bir arkadaşı, insanı kaybederiz. Kimse kimseden üstün değildir, biz hepimizi insanız ve biriz. İletişimde karşı tarafı rencide etmekten, eleştirmekten her zaman kaçının. Birisini rencide ettiğinizde ömürlük düşman elde ede bilirsiniz. “ Arkadaşlar gelip gidiyorlar, düşmanlar ise kalıcıdırlar”
Dokuzuncusu- konuştuğunuz insanın ismini sık telaffuz edin, ona her fırsatta ismiyle hitap edin. Biz hepimiz ismimizi duymaktan hoşnut oluruz, bizim ismimiz kulağımıza hoş gelir.
Kırk yıl bundan önce bir telefon şirketi bizim hangi sözü daha çok kullandığımızla ilgili araştırma yapmıştır. Meğerse en çok kullandığımız sözcük “ben” dir. Ben iyiyim. Ben güzelim. Ben akıllıyım. Ben, ben ,ben! Biz günde en az 500 defa bu sözü kullanıyoruz.
Bundan dolayı siz de konuşma sırasında mümkün olduğunca çok konuştuğunuz insanın ismini
kullanın. İnanın her serfinde onun kalbine meltem sürmüş olursunuz

18 Ocak 2014 Cumartesi

+ BAZI HATİPLİK TEKNİKLERİ

                Bazı hatiplik teknikleri



Konuşma sırasında hareketli, dinamik olmaya çalışın. Günümüzde insanların enerjiye ve coşkuya ihtiyacı vardır. Yerinizde durmayın, sahnede gezinin, dinleyicilere yaklaşın ve ya sahnede uzaklaşın. Önemli düşüncelerinizi ellerinizle destekleyin.
Bilim adamları araştırmalar sonucu böyle bir kanaate gelmişler: konuşma sırasında bizim karşı tarafı etkileyişimizin  % 55 bizim beden hareketleridir, % 38 sesimizin ayarıdır, güvenilir olmasıdır, ve sadece %  7 bizim söylediklerimizin içeriğidir, anlamıdır. Konuşmaya hazırlandığınızda bunu dikkate alın; başarınızın %55 sizin el kol, beden hareketlerinize bağlıdır.
Nasıl dinleyicileri vücudunuzla etkileye bilirsiniz? Çok basit. Sizin omuzlarınız arkaya çekilmiş, omurganız ise dik olacaktır. Düzgün güvenilir duruşunuz dinleyicilere verdiğiniz en iyi sinyaldir. Siz kendinizden ve söylediklerinizden eminsiniz, siz güçlüsünüz. Önce insanlar size güvenir, daha sonra sizin söylediklerinize. Tersi hiç olmuyor.
Bükülmüş, omuzları sarkmış hatip görünüşüyle söylediklerinin etkisini yok ediyor. Kendine güvenmeyen insan başkalarından ona güvenmeyi nasıl bekler? Vücudunu soru işareti şekline sokmuş  birisi “ben mutsuzum, yorgunum, hastayım “–diyor. Böyle birisi ne konuşsa-nafile, kimse onun dediklerin güvenmez.
Bu durumdan kaçınmak gerekiyor. Aynanın ve ya kameranın karşısına geçip provalar yapın: duruşunuzu, yüzünüzde gülücüğü, yürüyüşünüzü düzeltmek için antrenman yapın. Sahneye güler yüzle, dinamik, enerji dolu çıkamaya dikkat edin.
Konuşurken insanların gözlerine bakın. Sizi dinleyen her birisiyle göz göze gelin. Eğer insanın gözleri yukarı, aşağı, sola, sağa bakıyorsa-onun yalan konuştuğunun izlemini alırsınız. Bu sebepten insanların gözlerinin içine bakmak çok önemlidir.
Kendi hayatınızdan misal getirmeye üşenmeyin. Söylediklerinizi kendi yaşadıklarınızla destekleyin. Komik gözükmekten korkmayın, birkaç anlık sizi dinleyenler sizi kendilerine yakın arkadaş hissederler, bu da sizin sözlerinizin etkisini güçlendirir.
Hayal gücünüzü kullanın. Canlı, abartılı, güzel hayaller kurup misaller getirin. Böyle misaller insanların hafızasında yerleşir. Canlandırdığınız bir resim uzun konuşmalardan daha etkileyici oluyor.
Kısa ve öz konuşmaya da dikkat edin. Burada iyi bir hatip olmuş İngiltere’nin deha Baş Bakanını Winston Churchill’i size misal getirmek istiyorum. Günün biri onu Oxford Üniversitesinin öğrencileriyle görüşe davet ediyorlar. Churchill sahneye çıktığında tüm izleyicileri göz atıp oluşmuş sessizlikte tek bir cümleyi bağırdı: “ Hiçbir zaman pes etmeyin!
Sonra mikrofonu dudaklarına yaklaştırıp tekrar etti: “Asla, asla, asla pes etmeyin!” Bu konuşma onun hayatının ek kısa konuşmasıydı. Burada ona sözlerini açıklamaya gerek yoktu, çünkü tim hayatı bu sözlerin ispatıydı.
Çıkışlarınızda sizi dinleyenlerin menfaatlerinden konuşun, kendinizin değil. Onları ilgilendiren şeylerden onlara haber verin, sizin ilgi alanınızdan değil.
Theodore Roozevelt  Amerika’nın iki dönemin Devlet Başkanı olmuştur. Bildiğiniz gibi onun bacakları felç olmuştu ve o engelli sandalyede geziyordu. Fakat o asrın en parlak politikacısı ve hatibidir.
Genç Roozevelt New York belediye başkanı seçimleri sırasında ülkeyi gezip çiftçilerle konuşuyordu. Sizce politikacı çiftçilerle neyi konuşuyordu? Eğitimi ve ya banka sistemini? Hayır. Roozevelt’in konuştuğu şey traktörler, ekim problemleri, yakıt fiyatları idi. Yani çiftçileri direk ilgilendiren konulardı.
Şimdi tüm burada yazdıklarımı toparlamaya çalışalım. Hatibin bu sorulara cevap bulması gerekir.
Beni dinleyecek insanlar kimlerdir?
Onların hayalleri nelerdir?
Onları neden korkarlar?
Onlar ne isterler?
Onların problemleri nedir?
Siz bir insan topluluğuna sadece kendinizi anlatmak için sahneye çıkmıyorsunuz,siz onları onlara anlatacaksınız,onların değişimini sağlamak sizin için en büyük zaferdir.
İyi bir hatip olmak istiyorsunuzsa bundan önceki hayatınıza meydan okuyun! Sadece sahneye çıkın ve konuşun. Bacaklarınız titresin, sırtınızdan sular aksın, siz devam edin. Bu iyi bir hatip olmanın tek yoludur.



17 Ocak 2014 Cuma

+ HATİPLİK SANATI


                                          













          HATİPLİK SANATI


   Değeli okurum! Eğer senin kalbinde hayalinin yıldızı doğduysa ve kendine büyük hedefler belirlediyse, senin hemfikirlere ve yol arkadaşlarına ihtiyacın vardır. Büyük hedefler büyük takımlarla


elde edilir. Senin içindeki potansiyeli, yaktığını yıldızı insanlara yansıtman için konuşman gerekecektir. İyi bir konuşmacı olmak için ise hatiplik sanatını benimseyeceksin, araştırıp bilgi edineceksin. Belki senin hayalin bir tek seninle ilgilidir, ama yine de ne kadar çok insanı etkileye bilsen, senin yardım alma fırsatın da çoğalmış olur.
Ben burada size birkaç misal verip sizin hatipliğe ilginizi uyandırmak istiyorum.
Bilim adamların “İnsan en çok nelerden korkuyor?” konuyla ilgili araştırmaları gösterdi ki, insan fobilerinin arasında sahneye çıkmak, bir topluluğun karşısında konuşmak ilk sıralarda yer alıyor. Bazıları sahnede konuşmaktan ölüm kadar korkarlar!
Şimdi Amerikan tarihinin en genç ve popüler Cumhur Başkanını hatırlayalım-John Kennedy’ni. Genç ve yakışıklı Kennedy konuşmalarında milyonlarca Amerikanlının kalbinde coşku ve sevgi, reformlara açıklık uyandırıyordu. Onun yardımcılarından birisi hatıralarında yazıyor ki, Kennedy konuştuğunda insanlar onun güçlü, güvenli sesini ve duruşunu görüyordu, ama kürsünün arkasına bakma fırsatları olsaydı, onlar Kennedy’nin titreyen bacaklarını izleye bilirlerdi Bu inanılmazdır, ama gerçektir:  hayatının en zor aşamalarında güveni sarsılmayan kararlı Kennedy’nin konuşmalar sırasında heyecandan bacakları titriyordu!
Fakat burada şaşıracak bir şey yoktur, bu çok normal bir durumdur.
Her kez iyi bir konuşmacı ola bilir. Tabi bunun için irade, istek ve temel prensipleri benimsemek gerekir. Dış görünüş burada önemli değildir. Ünlü Roma hatibi ve hukukçusu Cicero doğuştan sesi kısık ve dili peltekti. O heyecanlandığında omuzu tik yapıyordu ve provalar sırasında o omzuna hançerin ucunu dayıyordu ki, omzunun her hareketinde acıyı hissetsin. Sesini ise deniz kenarında dalgalara bağırarak geliştiriyordu. Bu çok basit işlerin sonucu onu dinlemek için ülkenin her tarafından akın akın insanlar geliyordu. Cicero zamanının en parlak hatiplerinden oldu, onun bu 88 konuşması kayda geçirilmiştir ve günümüze kadar saklanmıştır.
İlk konuşma. Siz ilk konuşmanızın başarısız olduğunu düşüne bilirsiniz. Sözleri  unuttunuz, sesiniz titredi. Ama inanın bunlar önemli değildir, önemlisi o ki, siz en büyük insan korkusunu yendiniz- siz sahneye çıkıp konuştunuz! Sizin heyecanınız da sizin konuşmaya doğallık ve sıcaklık kazandırdı. Heyecanı, hataları doğal karşılamanız lazımdır. Bu heyecanın enerjisi sizin samimi kalpten konuşmanızı sağlar, konuşmanıza canlılık verir.
Hata yapmaktan, konuşmanın başarısız geçtiğinden korkmayın. Kimse konuşmacı olarak doğmuyor. Bir çocuk nasıl yürümeyi öğrendiğinde hep düşüp kalkar, siz de ayni düşe kalka bu sanatı öğrenirsiniz. Bir gün uyandığınızda kendinizi iyi konuşmacı olarak görmek istiyorsunuz ise, bilin ki bu illüzyondan başka bir şey değildir.
Sizin sahnede konuşmanız sessiz duvarla konuşmaya benzemez, karşınızda insanlar vardır ve sizin konuşmanız aslinde onlarla olan diyalogdur. Onlar sizi dinleyip sustukları gibi gözükseler de, onlar da sizinle konuşuyorlar, burada onların söyleye bileceklerini hissetmeniz lazım. Güzel, parlak bir konuşma sizin ve dinleyicilerin ortak eseridir!
Biz bir seminere geldiğimizde bizi etkileyen konuşmacının hep böyle olduğunu, böyle doğduğunu düşünürüz. Ama bu başarının arka planında hatalar, zorluklar, çalışmalar vardır.
Filip Kotlar gibi ünlü konuşmacının seminerine biletin değeri 1000 dolardır. O kariyerinin ilk basamağında bir seminere geldiğinde salonda onu dinleyen sadece bir kişi vardı. Filip konuşmasını bitirdikten sonra bu adam ona yaklaşıp ikinci konuşmacı olduğunu söyledi ve ondan kendisini dinlemeye rica etti! Şimdi Filip Kotlar’ın seminerinde yüzlerce insan toplanıyor ve bir seminerde kazandığı para 300 bin dolardan az olmuyor. Gördüğünüz gibi kararlı ve disiplinli çalışma böyle gelişmeye sebep ola biliyor: bir bedava dinleyiciden 300 bin dolarlık bir seminere!
Konuşmanın başarısını en çok etkileyen husus nedir? Kullandığınız teknik, davranışlarınız, sesiniz önemlidir, ama en önemlisi konuşmanızın içeriliğidir. Sizi dinlemeye gelmiş insanlara hangi bilgiyi sunuyorsunuz? Onların ihtiyaçlarını, meraklarını karşılaya biliyor musunuz? Söyledikleriniz onlar için ne kadar önemlidir?
Boş insan güzel, artistik konuşma yapsa bile, başarılı olamaz. Onu dinlemezler. Sahnede insanın özü ortaya çıkıyor. İyi bir konuşmacı topladığı değerli ve ender bilgileri sizinle paylaşıyor. Bu bilgiler değerli pırlantalara benzer, onları bulup, temizleyip, törpilleyip parlak yapmışlar. İyi konuşmacı verdiği bilgilerle bütünleşmiştir, bu bilgi onun ruhundan kalbinden geliyor. İnsan kulağı yalana çok hassastır, hemen duyar. Bizi kalpten gelen, uydurma değil, yaşanmış bilgiler etkiler.
Sahneye çıkmadan önce kendinize soru sorun:” Ben bu insanlara ne vermek istiyorum? Onların hayatında neyi değiştire bilirim? Benim amacım nedir?
Ayaklarınız titrese de, sözleri karıştırsanız da, kalpten konuştuğunuzda sizi yine dinlerler ve siz başarılı olursunuz.

Bundan sonraki makalemde sizi birkaç teknikle tanıştıracağı mı umuyorum. 

16 Ocak 2014 Perşembe

+ LİDERLİK VE MOTİVASYON









                        

      Liderlik ve motivasyon

Kurduğunuz işte sizi ileriye götüren, motive eden nedir?
Size garip gelse de işte en büyük motivasyon yine sevgidir. Neden?
Her şey çok basit. Dünya hayvanlarından farklı olarak insan ebeveynlerinden uzun müddet, 15 seneye yakın, bağımlı kalıyor. Küçükken, bebek halimizde biz resmen sevginin peşinde oluyoruz, hep onu arıyoruz. Çünkü biz sevgisiz öle biliriz. Çocukken biz aciz ve savunmasızız, büsbütün anne babaya bağlıyız. Onlar bize istediklerini yapa bilirler: döverler, azarlarlar ve ya yemek verirler, altımızı temizlerler, severler. İlk on yıl bizim söz hakkımız  denilen şey olmuyor. Ama bilimin dediğine göre bu on yılda bizim hayat içinde aldığımız tüm bilginin %75 alıyoruz. Ve 9-10 yaşlarında bizim karakterimiz, değerlerimiz artık formalaşmış oluyor. Sevginin fazlası olmaz. Bilim adamları bir çocuğun sevgiyle büyümesi için onun ebeveynleri günde 38 defa onu kucaklarına alıp sevmelidirler. Bizim uyku zamanımızı da hesaplasak görürüz ki, saatte iki kez bebeğimizin bizimle fiziksel temasta bulunması lazım. Anne baba çalışıyor, yoruluyor ve ya sinirli ve morali bozuk ola biliyorlar. Bundan dolayı diye biliriz ki, dünyada kimse gereken sevgiyi alamıyor, hepimizin sevgiye ihtiyacı vardır.
Biz bilinçaltı hepimiz sevgi arıyoruz, hepimiz sevgi istiyoruz, sevgi bizim temel duygumuzdur, kalbimizin derinliklerinde sakladığımız çıkış noktamızdır. Sevginin üzerinde her şey sonradan kuruluyor ve inşa oluyor.
Bundan dolayı bir işte başarıdan söz ederken sevgiyi es geçemeyiz. Kurduğunuz şirkette, çalıştığınız yerde sizi motive eden ilk şey sevgi olacaktır. Büyük sevgiden büyük işler doğar.
Her hangi bir işe soyunduğunuzda, şirket kurduğunuzda, insanları etrafınıza topladığınızda kalbinizde sevgiyi biriktirin. Ne kadar çok sevgi verirsiniz, o kadar enerjiniz artar, o kadar çok sevgiyi alırsınız.
Başkalarına kendinize nasıl davrandığını istediğiniz gibi davranın. Bu ilke tüm dinlerde bize sunuluyor. Lider olma, başkalarını idare etme bilimi de özünde bu ilkeye dayalıdır. Son 5-6 bin sene lider olma bilimin özü hiç değişmedi. Tüm teknoloji gelişmelere rağmen insan insan olarak kalıyor. Bill Gates’in liderlik özellikleri Hay Yuri  Caesar ile aynidir.
Tarihe bir göz atalım. Genç general Napolyon Bonapart İtalyan ordusunun başına gelende şaşırmıştı.
Ordu kasası boş idi, mektup ve ya bildiri göndermeye bile para yoktu. Ordunu soymuşlardı, askerler sefil haldeydi: yırtık giysilerde, yalın ayak dolaşıyorlardı. Başkomutan ne yaptı? İlk önce hırsızları cezalandırdı- kurşuna dizdi. Sonra tarihte hiç görülmemiş bir karar aldı : subaylara askerlere işkence etmeyi yasakladı. Bu onun hayatında belki de en önemli karardı. O işkenceyi yasaklayan yasa çıkardı. Bunu çiğneyenler için ölüm cezası uygulanacaktı.
Düşünsenize 200 sene bundan önce nasıl bir karar alınıyor. O zamanlar sıradan askere işkence ve ceza tüm dünya ordularında normal ve alışık uygulama idi. Askerlik kölelik gibi bir durumdu, belki de daha vahim durumdu. Napolyon’un aldığı karar öyle bir yankı uyandırdı ki, bunu kısa zamanda tüm Avrupa hissetti. Aç ve yalınayak Fransız ordusu genç Bonapart’ın idaresinde rüzgar gibi tüm orduları süpürdü attı. Napolyon’un ordusu sayısıyla ondan daha çok olan, daha donatımlı orduları yenmeye başardı.
Peki Bonapart ne yaptı?  Aşağılamayı, işkenceyi yasaklayarak o askerin ruhunu, gururunu okşadı. Napolyon diyordu ki, şerefi aşağılanmış insan kahraman olamaz. Ordu Napolyon’a sevgi ve kahramanlıkla cevap verdi.
Napolyon onları en büyük özveriye ve kahramanlığa motife etti. Bu motivasyonun sırrı nedir?
Sevgi ve saygıdadır. Napolyon her askerde geleceğin komutanını görüyordu, her askeri kahraman sayıyordu, onlarla bir yemek yiyordu, onlarla yatıyordu. Askerler onun uğruna ölüme gidiyorlardı, zorluklara göğüs geliyorlardı. Neden? Napolyon onları gerçekten sevdi ve saygı duydu, onlarla gururlandı.
İnsanlara kölelik taslamak, onları aşağılamakla büyük sonuçlar elde edilmez. Köle her zaman bilinçaltı onu sevmeyen patrona  zarar vermek isteyecektir ve bunu her fırsatta yapacaktır.
Bazıları derler ki, ticarette sert ve acımasız olmak lazımdır. Bu yanlış düşüncedir. İsmi zenginliğin sembolü olmuş Amerikan milyarderi Rockefeller’in insanlarda en çok değer verdiği özellik uyumsallık ve hoşgörüydü. Rockefeller’in sahip olduğu ve yönettiği “Standart Oil Kompany” şirketinin yıllık geliri ülkenin milli gelirinden 1,5 çok idi. Günün birinde onun yöneticilerinden birisi bir işte bir milyon dolar zara ettiğinde Rockefeller işçisine paranın bir kısmını kurtardığına göre teşekkür etti. Milyarder biliyordu ki, işçisi elinden geleni yapmıştır ve bu olaydan sonra daha iyi çalışacaktır.

İnsanları yöneterek en iyilerden ders almak gerekiyor. Sevgi, samimiyet, güven-bunlar en büyük hedeflere ulaşmanın temelidirler. Başarı her zaman takım işidir, yalnız başına kimse günümüzde bir şey üretemez.

15 Ocak 2014 Çarşamba

+ BAŞARISIZLIK

                                                                                     

















BAŞARISIZLIK
Her başarısızlık büyük bir başarının potansiyelini içerir. Problemler bizim karakterimizi geliştirir, irademizi güçlendirir. Zorluklar bizi yeni seviyeye taşırlar. Çin ve Japon dillerinde “felaket” ieroglifinin iki anlamı vardır: birincisi-felaket, ikincisi- yeni fırsatlar.
Başarısızlık bizi başarıya götüren basamaktır.
Dünyanın en sevilen zenginlerinden çizgi film yaratıcısı   Walt Disney’in hayatı bu düşüncenin en güzel ispatıdır.
Genç Walt gazeteden aşağılayıcı bir gerekçeyle kovuluyor : o yeni fikir üretemiyormuş.
Küçük bir gazete Walt Disney’e aptal ve işe yaramaz damgasını vuruyor. Bu genç adam için tam bir yenilgi ve trajedi oluyor, ama bu trajediden Büyük Disney Dünyası doğmuştur.
Disney çizgi filmlerini yaratmaya başlıyor, onun Osfalt isimli kahramanı herkesin kalbini fetih ediyor, ekonomik durumu hızla yükseliyor, ama tam bu geldiği güzel noktada o yine darbe alıyor. Bu sefer saldırı kurduğu şirketin ortağından geliyor. Adam tüm anlaşmaları kendi adına imzalamıştır ve günün birinde Disney’e diyor ki : “Bundan sonra bu şirket, anlaşmalar, çizgi filmleri ve sen çizdiğin kahramanlar da benimdir. İstersen maaşla burada çalışa bilirsin.”
Tabi bu açık dolandırılma ve aldatılma Disney’i mahıv ediyor: bir anda arkadaşını, ortağını, parasını kaybediyor. Beş kuruş parasız derin krizde Disney evden dışarı çıkmıyor. Ama bu arada o yeni çizgi filmi kahramanı yaratıyor: Mikki Mous’u. Kim bilir, belki de Disney o derin üzüntüyü ve sarsıntıyı yaşamasaydı şimdi onun yarattığı masal dünyası ve Disneyland zinciri olmayacaktı?
Boks maçları organizatörü Don King’ in hayatı da çok ilginç bir hikayedir. Don King büyük şehrin zenci gettosunda büyümüştür – alkolün, uyuşturucunun, cinayetin bol olduğu yerde. Burada onu ne bekleye bilirdi? Ya ceza evi, ya da ölüm. Nitekim öyle de oldu, Don King  bir çatışmada birisini öldürdükten sonra uzun müddet ceza evine giriyor. Burada mucize baş veriyor. King sabahtan akşama kadar kitap okuyor: Sokrat, Dostoyevski, Platon. Akıllı kitaplar onun dünya bakış açısını, düşüncelerini, hayatını değiştiriyor. Ceza evinden bam başka birisi çıkıyor: eğitimli, entelektüel birisi. O profesyonel boksla çalışmaya başlıyor, maç oragnizatörlüğünü yaparak bu sporu çok iyi seviyeye getiriyor. Don King tarihe Muhamet Ali ve Furman arasında boks müsabakasını organize eden adam gibi girmiştir. Bu maçın değeri hiç görülmemiş bir rakamdı-10 milyon dolar. Onun da hayatında yaşadığı olumsuzluklar olmasaydı, belki o da çevresindeki birçoğu gibi alkolik ve ya bağımlı olup hayatını sokaklarda bitirecekti.
Her felakette, olumsuzlukta, belada iyi bir şeylerin tohumları vardır. “Beni öldürmeyen şey beni güçlü ediyor”. Bu gerçekten de başarının formülüdür.
Hepimiz Harry Potter’i seviyoruz. Bu ilginç oğlanın ve onun arkadaşlarının yaratıcısının da hayatı baya ilginç bir hikayedir. Joanne Ketlin Rowling 31 haziran 1065 yılında İngiltere’de, küçük bir şehirde doğmuştur. Kendi söylediğine göre çocukluğunda topluca gözlüklü, okumaya düşkün bir kız çocuğuydu. Harry Potter de gözlüklü, çalışkan bir kahramandır. İlk kez böyle bir karakter dünya edebiyatında öne sürülüyor. Yaramaz, asi çocuk kahramanını yerini akıllı, çalışkan çocuk alıyor. Joanne Rowling çalışkanlığı, okumayı moda yaparak anneleri sevindirmiştir. Okuldan sonra Joanne üniversiteye filoloji bölüme giriyor. İlk kitabını 1990 yılında yazmaya başlıyor, bu arada Londra’da yayın evinde çalışıyor. Onun bilgisayarı olmadığından kağıtlara romanını yazıyor ve yazdıklarını ayakkabı kutusunda saklıyor.
26 yaşında Joanne Portegiz’e İngiliz dili dersi vermeye gidiyor ve burada gelecek eşiyle tanışıyor.
Kocası iş bulamayınca Joanne çocuğunu doğurana kadar çalışmak mecburiyetinde kalıyor. Aile hayatı yürümeyince Joanne üç aylık kızıyla İngiltere’ye kız kardeşinin yanına geliyor. Burada onu sıkıntılı günler bekliyor. Küçük kızıyla Joanne devletten aldığı yardım parasıyla geçiniyor. .Ayda 70 punt  alan kadın sıkıntılı günler yaşıyor. Annesinin vefatı, parasızlık, kocasının onu evden elinde yeni doğmuş bebekle kovması derin depresyona neden oluyor. Geceleri kızı uyuduktan sonra Joanne gerçeklikten uzaklaşmak için kitabını yazıyor.
İlk kitabını “Harry Potter ve Felsefe Taşı” beş yıl içinde bitiriyor. Joanne kitabını bütün yayın evlerine gönderiyor. Aldığı cevap böyle oluyor: çocuklar için fazla anlaşılmazdır”.
1995 bu kötü dönem sona eriyor. Joanne’nın kitabı Blumber yayın evinin dikkatini çekiyor.  Birkaç çocuğa kitabı okumaya veriyorlar, çocuklar çok seviyorlar kitabı. Bundan sonra yayın evi kitabı basmaya karar veriyor. Daha sonra  kitabı Avrupa’nın en büyük kitap fuarına götürüyor.
“Blumber” yayın evi Joanne’ye 2250 dolar para ödüyor. Kadın için bu inanılmaz bir paraydı ve söylediklerine göre o hayatında ilk kez kendine yüzük alıyor.
İlk kitap 1997 basılıyor ve aynı yıl Joanne 12 bin dolar kazanıyor. Nihayet o kendine bilgisayar alıyor.
Ve yükseliş başlıyor. Amerika ‘Felsefe Taş”ının yayın hakkını110 bin dolara alıyor. 2000 yılın yazında ilk üç kitap 35 milyon tirajla basılıyor, 35 dile çevri yapılıyor. Harry Potter tüm dünyanı fetih ediyor. Joanne Rowling ise günümüzün tek kadın yazarıdır ki, bir milyardan fazla para kazanmıştır. Onun altıncı kitabı 7 milyon tirajla basılmıştır. 5-ci kitabı ise ilk günlerde 5 milyon adet satılmıştır. Bu arada onu da söylemek lazım ki, Joanne Rowling mütevazi, hoşgörülü olduğu gibi kalmıştır.

Sıradan insanların hayatında olağanüstü güzel olaylar bizim dünyada tekrar tekrar oluyor. Her saat her kıtada mucizeler baş veriyor. Bu mucizeye siz de inanın. Bilin ki en yakınlarınız bile size bu sözleri demezler: Ben senin başarılı olacağına, senin geleceğine inanıyorum!

Siz bu sözleri kendiniz kendinize söylemelisiniz. Sizin kalbinizde bir yıldız saklıdır, bir gün bu yıldızın ışığı dünyayı aydınlatacaktır.